11. Hud Sûresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 123 âyettir. 50. âyetinden 60. âyetine kadar Hz. Hûd’un hayatı anlatılmakta ve sûre bu adla anılmaktadır. Sûrenin 12, 17 ve 114. âyetlerinin Medine döneminde nâzil olduğu belirtilmektedir.

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

1-2. Elif. Lâm. Râ. (Bu,) öyle bir Kitab’tır ki âyetleri, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından sağlamlaştırılmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye (her şey onda) açıklanmıştır. (De ki:) “Şüphesiz ben size, O’nun tarafından (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”

3. “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki sizi belirlenmiş bir vakte kadar güzel bir geçimle faydalandırsın ve her erdemli/iyi hareket sahibine de (lâyık olduğu) ihsanını/mükâfatını versin. Eğer (imandan) yüz çevirirseniz, elbette ben, sizin için büyük günün azabından korkarım.”

4. Dönüşünüz ancak Allah’adır. O her şeye kâdirdir.

5. Haberiniz olsun ki (münâfıklar, müşrikler kinlerinden,) O (Allah’ın Resûlü’)nden gizlenmek için göğüslerini çevirir/görmezden gelirler. Yine haberiniz olsun ki (gizlenmek için) örtülerine büründükleri zaman da (Allah onların) neyi gizlediklerini ve neyi açığa çıkardıklarını bilir. Çünkü O sînelerin özünü bilendir.

6. Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) onların eğleştiği yeri de, emanet edileceği (geçici olarak kalacağı veya toprağa verileceği) yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da)dır. [krş. 2/28; 6/59, 98; 29/17]

7. Arş’ı[1] su(dan ibaret olan kâinat)[2] üzerinde (her şeyi kuşatmış) iken, hanginizin amelinin (sevapça) daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde/devirde yaratan O’dur.[3] (Resûlüm! Böyle iken) eğer sen küfre sapanlara: “Muhakkak ki siz ölümden sonra dirileceksiniz.” demiş olsan, onlar mutlaka: “Bu, apaçık bir sihirden (aldatmadan) başka bir şey değildir.” derler. [bk. 18/7; 21/35; 41/11-12; 67/2]

8. Andolsun ki onlardan azabı sayılı (az) bir vakte[4] kadar geciktirsek, mutlaka onlar: “Onu alıkoyan nedir (gelse ya)?” derler. Haberiniz olsun ki o (azap) onlara geldiği gün, artık kendilerinden geriye çevrilecek değildir. Kendisiyle alay etmekte oldukları (azap) onları kuşatacaktır.

9. Andolsun ki biz, insana tarafımızdan bir rahmet (sağlık ve servet gibi bir nimet) tattırır da sonra onu ondan çekip alırsak, muhakkak o, (hemen önceki nimetleri unutan) çok ümitsiz ve çok nankör bir kimse olur.

10. Yine andolsun ki kendisine dokunan zarar (ve sıkıntı)dan sonra, ona nimeti (ve rahatı) tattırırsak mutlaka (insan): “Başımdan kötülükler gitti.” der (şükrü unutur). Doğrusu o, böbürlenir ve şımarır durur.

11. Ancak (sıkıntılara) sabredip sâlih (sevaplı) amellerde bulunanlar böyle değildir. İşte, gerçek mağfiret ve büyük mükâfat onlar içindir.

12. Belki sen, (putperestlerin:) “Ona bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?” demelerinden dolayı göğsün daralarak sana vahyolunanın bir kısmını (duyurmayı) neredeyse terk edecektin. (Şunu bil ki) sen ancak (Allah’ın azabına karşı) bir uyarıcısın. Allah ise her şeye hakkıyla vekildir (onların cezasını O verecektir). [bk. 15/97-98; 25/7-8]

13. Yoksa onu (Kur’an’ı) kendisi uydurmuş mu diyorlar? De ki: “Öyleyse siz de uydurulmuş olarak onun benzeri on sûre getirin. Allah’tan başka gücünüzün yettiği kimseleri de (yardıma) çağırın; eğer (iddianızda) doğru kimseler iseniz.” [krş. 2/23-24; 10/38; 17/88]

14. Şâyet onlar bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o (Kur’an), ancak Allah’ın ilmi (ve izni) ile indirilmiştir ve O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman (oluyor) musunuz?

15. Kimler (yalnız) dünya hayatını ve onun süs (ve saltanat)ını isterse, orada onlara çalışıp yaptıklarının karşılığını tastamam veririz. Onlar orada (hiçbir) eksikliğe uğratılmazlar. [bk. 17/18-21; 42/20]

16. İşte (haktan ayrılan, âhireti unutan, dünya menfaatleriyle yetinen) o kimseler için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. (Dünyada) yaptıkları (iyi) şeyler heder olup gitmiştir. Zaten bütün yapageldikleri şeyler boştur.

17. (Yanında) Rabbinden (Kur’an gibi) açık bir delili bulunan ve bir de Rabbi tarafından (görevlenmiş olarak) onu izleyen/onu okuyan[5] bir şâhit (Cebrail) ve ondan önce de (yine bir şâhit olarak gelmiş) bir rehber ve rahmet olan Musa’nın Kitab’ı bulunan kimse, o (dünyaya dalıp âhireti unuta)nlar gibi olur mu? İşte bunlar o (Kur’an’ın hak olduğu)na inanırlar. Gruplardan (hiziplerden) kim onu inkâr ederse, ona vaadedilen yer ateştir. Senin bundan (asla) şüphen olmasın. Çünkü o (Kur’an ve onu inkâr edenlere vaadedilen bu yer)[6] Rabbinden bir gerçektir. Ne var ki insanların çoğu iman etmezler.

18. Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? İşte bunlar Rablerinin huzuruna arzolunacaklar, (hakkındaki) şâhitler de: “İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır.” diyecek.[7] Haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zalimler üzerinedir.

19. O (zalim) kimseler, (insanları) Allah’ın yolundan (Kur’an’dan/İslâm’dan) çevirirler ve onda bir eğrilik (aramak) isterler. Hem onlar, âhireti de inkâr ederler.[8]

20-21. Onlar, yeryüzünde (kendilerine azap etmesi bakımından Allah’ı) aciz bırakacak (engelleyecek) değillerdir. Onların Allah’tan başka (kendilerini kurtaracak) dostları da yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar (ilâhî hakikatleri) işitmeye tahammül edemez ve (gerçeği) görmezlerdi. İşte onlar kendilerini zarara uğratan kimselerdir. Uydurmakta oldukları (sahte tanrıları) da artık onlardan uzaklaşmışlardır.

22. Elbette, âhirette en çok zarara uğrayanlar onlardır.

23. (Şu) muhakkak ki iman edip sâlih amel işleyenler ve Rablerine gönülden boyun eğenler var ya, işte onlar cennet ehlidirler. Onlar orada dâimî kalacaklardır.

24. Bu iki grubun (küfre sapanlarla, mü’minlerin) durumu, kör ve sağır ile gören ve işitenin durumu gibidir. Bunların hali hiç, eşit/aynı olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?

(Buraya kadar olan âyetlerde, inançla ilgili esaslar, Kur’an’ın mucize oluşu, inanan ve inanmayanların durumları anlatıldı. Bundan sonra bazı peygamberler ve onların tevhid mücadeleleri anlatılmaktadır.)

25-26. Andolsun ki biz, Nuh’u da (peygamber olarak) kavmine gönderdik. (O:) “Şüphesiz ben sizin için (azaba karşı) apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben, size (gelecek) acıklı bir günün azabından korkuyorum.” (demişti).

27. Kavminin inkârcı ileri gelenleri de: “Biz, seni, ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Basit ve dar görüşlü aşağı (insan)larımızdan başkasının sana uyduğunu da görmüyoruz. Sizde, bize karşı bir üstünlük olduğunu da görmüyoruz. Aksine biz, sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.” dediler.

28. (Nuh) dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bana, ya ben Rabbim’den (dâvâmı ispat için verilen) açık bir delil üzerinde isem ve (Rabbim) bana katından bir rahmet (peygamberlik) vermiş, size de bu gizli bırakılmışsa, siz ondan hoşlanmadığınız halde, biz sizi on(u kabul)e zorlayabilir miyiz?” (Asla!)

29. “Ey kavmim! (Tebliğimden dolayı) sizden bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım Allah’tan başkasına ait değildir. Ve (siz aşağı görüyorsunuz diye) ben inananları kovacak değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben, sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.”

30. “Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım eder? Hiç düşünmez misiniz?”

31. “Ben size: ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır.’ demiyorum. (Ben kendiliğimden) gaybı da bilmem. Doğrusu ben bir meleğim de demiyorum. Gözlerinizin hor gördüğü (mü’min) kimseler için: ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecek.’ de diyemem. Allah onların içlerinde olan şeyleri çok iyi bilir. (Eğer onları, siz iman edeceksiniz diye kovarsam) o takdirde ben mutlaka zalimlerden olurum.”

32. Dediler ki: “Ey Nuh! Gerçekten bizimle (dinine davette) mücadele ettin; üstelik bizimle mücadelende çok ileri gittin. Şâyet doğru söyleyenlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin (o acıklı azâb)ı bize getir!”

33. (Nuh:) “Onu size, dilerse ancak Allah getirir, (O’nu) aciz bırakacak değilsiniz.”

34. “Eğer Allah, sizi (bu âsî halinizden dolayı) sapıklıkta bırakmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir ve ancak O’na döndürüleceksiniz.”

35. (Resûlüm!) Yoksa o (Nuh’un kıssası)nı, “kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Ben onu kendim uydurmuşsam suçum bana aittir. Halbuki ben (iftira etmek sureti ile) işlediğiniz (bu) suçlardan uzağım.”

36. Nuh’a vahyolundu ki: “Kavminden iman etmiş kimselerden başkası (artık asla) inanmayacak. O halde sen, onların yapmakta olduklarına üzülme!”

37. “Gözetimimiz (altında) ve vahyimizle gemiyi yap! Zulmedenler hakkında da (kurtulmaları için) benden bir istekte bulunma! Çünkü onlar (suda) boğulacaklardır.” [bk. 54/10; 71/26]

38. (Nuh) gemiyi yapıyordu; kavminin (inkârcı) birtakım ileri gelenleri de ona uğradıkça, onunla alay ediyorlardı. (O) dedi ki: “Bizimle alay ediyorsanız edin (bakalım!) Biz de sizinle, sizin alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz.

39. Kendisini rezil (ve perişan) edecek bir azabın kime geleceğini ve dâimî bir azabın kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğreneceksiniz.”

40. Nihayet buyruğumuz gelip tandır kaynadığı,[9] (yeryüzünde suların kaynayıp fışkırdığı) zaman Nuh’a: “(Hayvanların) her birinden (erkekli dişili) birer çifti, hakkında (boğulmaları için) söz geçmiş olanlar dışında çoluk çocuğunu[10] ve iman edenleri içine yükle.” dedik. Zaten beraberinde bulunan az sayıdaki kimseden başkası iman etmemişti. [krş. 23/27; 26/119-121; 54/11-14]

41. (Nuh) dedi ki: “Binin (geminin) içine. Onun akıp gitmesi de, (demir atıp) durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[11]

42. O (gemi) onlarla dağlar gibi dalgalar içinde seyrederken, Nuh, bir kenara çekilmiş durmakta olan oğlu (Yam’)a: “Ey oğulcuğum! Bizimle beraber (gemiye) bin, kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.

43. (Oğlu) dedi ki: “(Hayır!) Beni sudan koruyacak (yüksek) bir dağa sığınacağım.” (Nuh da): “Bugün Allah’ın (azap) emrinden kendisinin esirgediğinden başka hiçbir korunacak yoktur.” dedi. Ve aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu.

44. (Nihayet:) “Ey yeryüzü! Suyunu yut! Ey gök! Suyunu tut!” denildi. Su çekildi, (helak olmaları için) iş bitirildi, (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine oturdu ve zalimler topluluğu için: “Uzak olsunlar (yok olup gitsinler!)” denildi.

45. Nuh Rabbine şöyle seslendi: “Ey Rabbim! Benim oğlum da elbette benim ailemdendir. Elbette ki senin (ailemi kurtarma) vaadin haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin.” [bk. 69/11-12; 54/13-14; 95/8]

46. (Allah) buyurdu ki: “Ey Nuh! O (oğlun, inanmayıp âsî olduğundan) senin ailenden değildir. Doğrusu o(nun yaptığı), iyi bir iş değildir. O halde, bilgin olmayan şeyi benden isteme! Doğrusu ben, sana cahillerden olmamanı öğütlerim.”[12]

47. (Nuh) dedi ki: “Ey Rabbim! Bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen ziyana uğrayanlardan olurum.”

48. Denildi ki: “Ey Nuh! Sana ve beraberinde olanlardan (gelecek nice mü’min) ümmetlere bizden selamet ve bereketlerle (gemiden) in. (Onların bir kısmından da gelecek) öyle birtakım (kâfir) ümmetler vardır ki biz onları da (dünyadan bir müddet) faydalandıracağız, sonra onlara tarafımızdan acıklı bir azap dokunacaktır.”

49. (Resûlüm!) İşte bunlar, bilinmeyen haberlerdendir ki sana onları vahyediyoruz. Onları, bundan evvel ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret; şüphesiz ki (mutlu) son, takvâya eren (Allah’ın emirlerini tutup, günahlardan sakınan)larındır.

50. Âd (kavmin)e de, kardeşleri Hûd’u (peygamber olarak gönderdik). “Ey kavmim!” dedi, “Allah’a kulluk edin. Zaten sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur (ve olamaz da). Ama siz (ortak koşmakla) iftira etmekten başka bir şey yapmıyorsunuz.”

51. “Ey kavmim! (Sizi uyarmam Allah için olup) bundan dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak beni yaratana aittir. Hâlâ hakikati anlamayacak mısınız?”

52. “Ey milletim! Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra O’na tevbe edin (O’na yönelin) ki üzerinize gökten bol bol rahmet (ve bereket) göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın (sizi çoğaltsın). Artık siz de günahkârlar olarak (Allah’tan) yüz çevirip durmayın.” [krş. 71/11]

53. Dediler ki: “Ey Hûd! Bize bir delil getirmedin. Biz, senin sözünden dolayı tanrılarımızı terk edecek değiliz. Sana inanacak da değiliz.”

54-55. “Biz (senin sözlerin için) ancak ‘Tanrılarımızdan biri, seni fena halde çarpmıştır.’ deriz.” (Hûd) dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şâhit tutuyorum Siz de şâhit olun ki ben, O’na ortak koştuklarınızdan (Allah yerine kendisine bağlılık gösterdiklerinizden) elbette uzağım. Artık hepiniz bana tuzak kurun, sonra (elinizden gelirse) mühlet de vermeyin.”

56. “Şüphesiz ben; benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvenip dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki O, onun alnından tutmuş (onu hükmü ve denetimine almış) olmasın. Şüphesiz benim Rabbim dosdoğru bir yol üzeredir (O âdildir, hüküm ve tasarrufunda hakkâniyet üzeredir, kimseye zulüm ve haksızlık etmez).” [bk. 10/71]

57. “Yüz çevirseniz bile artık ben, kendisiyle (görevli) gönderildiğim şeyi, size tebliğ ettim. Rabbim, sizin dışınızda bir kavmi yerinize getirir, siz de O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi koruy(up gözet)endir.”

58. (Helak) emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki iman edenleri tarafımızdan (büyük) bir merhamet eseri olarak (helak olmaktan) kurtardık. Üstelik onları (âhirette de) pek ağır bir azaptan kurtardık.

59. İşte bu Âd (kavmi), Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler. O’nun peygamberlerine isyan ettiler ve (Allah’tan yüz çevirmiş) inatçı her zorbanın emrine uydular.

60. Onlar bu dünyada, (şiddetli rüzgara) ve kıyamet gününde de lanet (cezasın)a tâbi tutuldular. Haberiniz olsun ki Âd (kavmi), Rablerine nankörlük ettiler. Biliniz ki Hûd’un kavmi Âd (yok olup Allah’ın rahmetinden) uzak olmuştur. [krş. 41/15-16; 69/6-7]

61. Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih’i gönderdik. (Salih) dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Çünkü sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. O sizi (önce) topraktan meydana getirmiş ve size orada ömür sürüp imar etmeyi istemiştir.[13] O halde O’ndan mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin (O’na yönelin). Şüphesiz ki Rabbim (size) çok yakındır. O, (duaları) kabul edendir.” [krş. 26/146-158]

62. Dediler ki: “Ey Salih! Sen bundan evvel bizim aramızda kendisinden ümit beslenen (iyi bir kişi) idin. (Şimdi) babalarımızın taptığı şeye tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden, endişelendiren bir şüphe içindeyiz.”

63. (Salih, onlara) dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bana, ya ben Rabbimden açık bir delil (ve mucize) üzerinde isem ve O bana kendisinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse, ben de O’na âsî olursam, Allah’(ın azabın)a karşı bana kim yardım eder? Sizin de bana zararımı artırmaktan başka bir katkınız olmaz.”

64. “Ey kavmim! İşte size bir âyet (mucize) olarak Allah’ın şu dişi devesi! Öyleyse onu (serbest) bırakın. Allah’ın arzında otlasın. Ona kötü maksatla el dokundurmayın. Sonra yakın bir azap sizi yakalayıverir.”

65. Yine de onu (ayaklarından biçerek) öldürdüler. Bunun üzerine (Salih) dedi ki: “Yurdunuzda üç gün (daha) faydalanın (artık sonunuz gelmiştir). Bu, yalanlanmayacak bir tehdittir.”

66. Nihayet (azap) emrimiz gelince, Salih’i ve beraberindeki iman edenleri tarafımızdan bir merhametle (helak olmaktan ve) o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz senin Rabbin çok kuvvetlidir, mutlak galiptir.

67. O zalim (inkârcı)ları ise, korkunç bir ses yakalayıverdi de yurtlarında çökekaldılar. [Krş. 7/78]

68. Sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Haberiniz olsun ki Semûd (kavmi) Rablerine nankörlük ettiler/kâfir oldular. Bilin ki Semûd (yok olup Allah’ın rahmetinden) uzak olmuştur.[14]

69. Andolsun ki elçilerimiz (melekler),[15] İbrahim’e (bir evlat) müjde(si) ile gelip “selâm” dediler. O da “selâm” dedi; çok geçmeden (onlara) kızartılmış bir buzağı getirdi. [bk. 15/52-62; 51/26-27]

70. (Fakat İbrahim,) ellerinin ona (yemeğe) uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve onlardan yana içine bir korku düştü. Onlar: “Korkma, biz (meleğiz) Lût kavmine gönderildik.” dediler.

71. (İbrahim’in) karısı (Sâra) ayakta iken (onların melek olup kendi kavmine gelmediğini duyunca sevincinden hafif) güldü. Biz ona da (o meleklerle) İshak’ı, İshak’ın ardından da (torunu) Yakub’u müjdeledik.[16] [krş. 19/49; 21/72]

72. (İbrahim’in karısı:) “Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, şu kocam da bir pîr-i fânî iken çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu pek şaşılacak bir şey!” dedi.

73. (Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işinden dolayı hayrete mi düşüyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinizedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şânı yücedir (ve iyiliği boldur).”

74. İbrahim’den korku gidip kendisine (çocukla ilgili) müjde gelince, Lût kavmi hakkında (affedilmeleri için) bizim (elçilerimiz)le tartışmaya başladı.

75. Çünkü İbrahim, hakikaten çok yumuşak huylu, çok duygulu ve ‘kendisini Allah’a vermiş’ bir kimseydi.

76. (Elçilerimiz:) “Ey İbrahim! Bundan vazgeç (tartışma), çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara artık geri çevrilmez bir azap muhakkak gelecektir.” dediler.

77. O elçilerimiz, (delikanlı şeklinde) Lût’a gelince, (Lût) onlar yüzünden endişelendi ve göğsü daraldı (sapık kavminin onlara saldırısından korkuyordu) ve: “Bu çok çetin bir gündür.” dedi.

78. Kavmi de (kafalarındaki kötü niyetle) alelacele yürüyüp koşarak ona geldi. Onlar, daha önceden de o çirkin (sapık) işleri yapıyorlardı. (Lût) dedi ki: “Ey kavmim! İşte bu (şehirdeki kızlar) benim kızlarım,[17] (elçilere dokunmayın) onlar(ı nikâhlamanız) sizin için daha temizdir. Allah’a hürmetiniz olsun/azabından sakının, misafirlerim yanında beni utandırmayın. İçinizde aklı başında bir adam yok mu?” dedi. [bk. 15/71; 26/165-166]

79. Dediler ki: “Senin kızların üzerinde hiç bir hakkımız bulunmadığını elbette bilirsin. Sen, bizim ne istediğimizi de pekâlâ biliyorsun.”

80. (Lût:) “Keşke size karşı bir gücüm olsaydı veya sarp bir kaleye sığınabilseydim.” dedi.

81. (Elçi melekler) dediler ki: “Ey Lût! Biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaş(ıp dokun)amazlar; gecenin bir kısmında hemen aile fertlerinle yürü (buradan çık). Sizden hiçbiri (bu emirden) geride kalmasın. Ancak karın hariçtir. Çünkü onlara erişen (azap), ona da erişecektir. Onlara vaadedilen vakit sabah vaktidir. Sabah da yakındır, değil mi?” [bk. 15/63-66]

82-83. (Azap) emrimiz gelince (o yerin) üstünü altına getirdik ve üzerine de pişirilmiş balçıktan yapılıp istif edilmiş ve Rabbinin katında (nereye ve kime isabet edeceği) damgalanmış taş(lar) yağdırdık. O taşlar, (her zaman) zalimlerden de uzaklaşmış değildir. [krş. 105/1-5]

84. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik, onlara) dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur (olamaz da). Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın! Çünkü ben, sizi bir hayır (ve bolluk) içinde görüyorum. Şüphesiz ben, sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum.” [krş. 7/85-93]

85. “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tam olarak, adaletle yerine getirin, insanlara eşyalarını (haklarını) eksik vermeyin ve yeryüzünde (Allah’ın koyduğu sosyal ilkeleri değiştirerek) bozgunculuk yapmayın, kargaşa çıkarmayın (ve fenalık yapmayın)!”

86. “(Ey kavmim!) Eğer iman eden kimseler iseniz, Allah’ın bıraktığı (helal kâr) sizin için daha hayırlıdır. (Yine de hile yaparsanız,) ben sizin üzerinize bir bekçi (ve azaptan koruyucu) değilim.”

87. Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları şeylerden veya mallarımızdan istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi, senin namazın mı emrediyor? Halbuki sen, elbet yumuşak huylu, aklı başında (bir adam)sın.”[18]

88. (Şuayb) dedi ki: “Ey kavmim! Ya ben Rabbimden bir delil ile (gelmiş) isem ve (O) kendinden bana güzel bir rızık (helal kazanç) lütfetmişse? (Bu durumda O’na hıyanet edebilir miyim?) Size yasak ettiğim şeyleri (kendim yaparak) size aykırı davranmak da istemiyorum. Sadece, gücüm yettiğince (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım, ancak Allah(‘ın yardımı) iledir. Ancak O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na yönelirim.”

(Çünkü helal kazanç, her türlü hileden uzak olup hakka sebatta, sâlih amel ve takvâda, güzel ibadette, temiz toplum oluşmasında çok önemlidir. Hiçbir kanunun ve kanun adamının ulaşamadığı yerde bile Allah’ın emrettiği helal kazanç ve Allah’a karşı sorumluluk duygusu geliştikçe kalbin bozulması ve toplumun kirli kazanç temini önlenecek ve toplum temiz hâle gelecektir. Bütün peygamberlerin görev ve amacı budur. Şuayb’ın kavmi olan Medyen/Eyke halkını helâke götüren sebeplerden biri de bu olmuştur.) [krş. 23/51; 83/1-3]

89. “Ey halkım! Bana karşı gelmeniz (ve düşmanlığınız) sakın sizin başınıza da, Nuh kavminin veya Hûd kavminin ya da Salih kavminin başlarına gelenin benzeri bir felâketi getirmesin! Lût kavmi sizden pek uzak değildir.”

90. “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe ed(ip yönel)in. Şüphesiz ki Rabbim çok merhamet eden, (inananları) çok sevendir.”

91. Dediler ki: “Ey Şuayb! Söylediğin şeylerden bir çoğunu anlamıyoruz ve seni içimizde hakikaten zayıf görüyoruz. Eğer kabilen (içinde bulunan beş on kişi) olmasaydı seni kesin taşlayarak öldürürdük. Sen bizden üstün de değilsin.”

92. (Şuayb) dedi ki: “Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah’tan daha mı üstündür ki O’na (ve emrine) sırt çevir(ip onların hatırını say)ıyorsunuz? Şüphesiz ki Rabbim(in ilmi bütün) yaptıklarınızı kuşatıcıdır.”[19]

93. “Ey halkım! Gücünüzün yettiğini (sonuna kadar) yapın. Şüphesiz ben de (vazifemi) yapacağım. Kendisini rezil eden bir azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Artık (o azabı) gözleyin. Ben de sizinle beraber (onu) gözlemekteyim.”

94. Nihayet (azap) emrimiz gelince Şuayb’ı ve beraberindeki iman edenleri, tarafımızdan bir merhametle kurtardık. Zulmeden (inkârcı)ları, korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar.

95. Sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Haberiniz olsun ki Semûd halkının (yok olup Allah’ın rahmetinden) uzaklaştığı gibi, Medyen halkı da öylece uzaklaşıp gitti. [krş. 7/85-91]

96-97. Andolsun ki biz, Musa’yı âyetlerimizle (mucizelerimizle) ve apaçık bir delille Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik. (Ama yine de onlar bizim emrimize değil) Firavun’un emrine uydular. Firavun’un emri (işi, sistem ve yönetimi arzu ve hevâsına göre olup) hiç de isabetli/doğru değildi. [bk. 79/21-26]

(Bütün peygamberlerin tevhid mücadelesi, Firavun benzerleri ve ona uyanlarla olmuştur. Firavun, ilâhî hükümleri kabul etmeyip hükümranlığı sayesinde rabliğini ilan etmiş ve Allah’a rakip bir tavır almıştı.)

98. Kıyamet günü (Firavun) kavminin önüne düşer, artık onları (suya götürür gibi) ateşe götürür. Vardıkları yer ne kötü yerdir! [bk. 2/166-167]

99. (Onlar) burada da, kıyamet gününde de lanet (cezasın)a tâbi tutuldular. Verilen bu ikram ne kötü bir ikramdır!

100. (Resûlüm!) İşte bu sana anlattığımız, (o yok olan) memleketlerin haberlerindendir. Onlardan (eserleri) ayakta kalan da var, biçilmiş ekin (gibi yok) olan da vardır.

101. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar (inkâr ve nankörlük etmekle) kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri geldiği zaman, Allah’tan başka yalvar(ıp tapın)dıkları ilâhları onlara hiçbir hususta fayda sağlamadı ve onların ziyanlarını (ve yok olmalarını) artırmaktan başka bir şeye yaramadı.

102. İşte (halkı ilâhî emirden çıktığından dolayı) zalimleşen memleketleri (azapla) yakaladığı zaman Rabbinin yakalayışı (ve yok edişi) böyledir. Şüphesiz ki O’nun yakalaması (cezası) çok acıklı, çok şiddetlidir.[20]

103. Bu (anlatıla)nda, âhiret azabından korkan kimseler için elbette birer ibret vardır. O (kıyamet günü), bütün insanların bir araya toplanacağı bir gündür. O (her şeye) şâhitlik edilen bir gündür.[21]

104. Biz, onu ancak sayılı bir müddete kadar erteleriz.

105. O gün gelince hiç kimse, O’nun izni olmadan konuşamaz. Onların kimi bedbaht kimi de mesuttur. [bk. 20/108; 42/7; 78/38]

106-107. Bedbaht olanlar ateştedirler. Orada onların (çok fecî) iniltili ve haykırışlı nefes alıp vermeleri vardır ki (onlar), gökler ve yer[22] durdukça orada ebedî kalacaklardır; ancak Rabbinin (çıkarmayı) dilediği hariçtir. Çünkü Rabbin dilediğini istediği gibi yapandır.

108. Mesut olanlar ise cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça, hiçbir zaman kesilmeyen bir lütuf olarak orada ebedî kalacaklardır.

109. Artık onların taptıkları şeyler(in onları azaba götürdüğün)den şüphen olmasın. Onlar da önceden babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz de elbette onların (azaptan) paylarını eksiksiz vereceğiz.

110. Andolsun ki biz, Musa’ya Kitab’ı verdik de o(na iman hususu)nda ayrılığa düşüldü. Eğer Rabbinden (cezalarının âhirete kalması hakkında) bir söz geçmemiş olsaydı, elbette aralarında hüküm verilir (onlar da yok olup giderler)di. (Resûlüm!) Kesinlikle (bil) ki o (kâfir ve müşrik ola)nlar Kur’an hakkında bir tereddüt ve şüphe içindedir(ler).

111. Şüphesiz Rabbin her birinin amellerinin karşılığını elbette tam verecektir. Çünkü O, onların yaptıklarından hakkıyla haberi olandır.

112. O halde sen (Resûlüm!) Beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, sana emredildiği gibi, istikamet üzere (dosdoğru) ol. Aşırı gitmeyin (asla ilâhî hududun dışına çıkmayın). Çünkü O, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

(Peygamberimiz, bu âyetteki yüce Allah’ın, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” hitabının dehşetini ve etkisini öyle derinden hissetmişti ki bunun üzerine: “Hûd sûresi saçımı ağarttı.” buyurmuştu. Çünkü Allah’ı gerçek anlamıyla tanımak ve bilmek; emirlerinin gereğine ve rızasına uymayı tam anlamıyla (ihmalsiz, aşırısız) yerine getirmeye bütün benliği ile özen göstermek demektir.)

113. Zulüm (ve haksızlık) edenlere de sakın meyletmeyin/güvenip dayanmayın! Sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra size yardım da edilmez.[23]

114. Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindide) ve gecenin (gündüze) yakın (üç)[24] vaktinde (akşam, yatsı ve sabahda) dosdoğru namaz kıl. Muhakkak ki iyilikler (beş vakit namazın sevâbı, aradaki) kötülükleri (küçük günahları) giderir. İşte bu, düşünen, Allah’ı ananlara bir öğüt/bir hatırlatmadır.

115. Sabret. Çünkü Allah ‘iyilik yapan, iyi harekette bulunan’ların mükâfatını zâyi etmez.

116. Sizden önceki devirlerde ‘akıl ve fazîlet’ sahibi olanların yeryüzünde (ilâhî buyruklara karşı yapılan) bozgunculuğa engel olmaları gerekmez miydi? Ancak onlardan (bu vazifeyi yaptığı için) kurtardığımız kimseler (pek) azdır. Zalim olanlar ise, kendilerine sağlanan refah içinde şımarıp azdılar ve böylece günahkâr oldular.

117. Rabbin -halkı (birbirlerini günahlardan ve kötülüklerden) ıslah edip dururlarken- o memleketleri haksız yere (afet ve felaketlerle) yok edecek değildir.

(İnsanların kendini ve diğerlerini ıslah edip her türlü günahlardan ve en büyük günah olan şirkten kurtarması, halklar ve milletler için helaki önleyecek bir emniyet süpabı niteliğindedir.)

118. Eğer Rabbin dileseydi, (bütün) insanları bir tek millet yapardı (Fakat İslâm’da/Kur’an’da birleşmelerini ve sâlih amellerde yarışmalarını tercihlerine bıraktı). Ama onlar, (menfaatleri doğrultusunda) ihtilaf etmeye devam edeceklerdir. [bk. 2/208; 10/99; 11/7; 16/93; 67/2]

119. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hariçtir. Zaten (Allah), onları bunun için (irade hürriyeti vererek) yaratmıştır.[25] Böylece Rabbinin: “Andolsun ki ben, cehennemi tümüyle insan ve cinlerden (hak edenlerle) dolduracağım.” sözü gerçekleşecektir. [krş. 6/149; 42/8]

120. Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini takviye edecek her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda (bu sûrede) de sana gerçeği bildirme, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.

121. İman etmeyenlere de ki: “Gücünüzün yettiğini (elinizden geleni) yapın. Biz de (tebliğ vazifemizi) yapmaktayız.”

122. “(İnkâr ve engellemelerinize karşı başınıza gelecek azabı) bekleyin Doğrusu biz de bunu beklemekteyiz.”

(Dinin aleyhine planlar hazırlayanlara karşı, Allah’ın da güç yetmez çeşitli azap planları vardır. bk. 105/1-5 ve dipnotu)

123. Göklerin ve yerin gaybı(nı bilmek) Allah’a aittir. Bütün işler ancak O’na döndürülür. O halde O’na kulluk et. O’na güvenip dayan. Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz[26] değildir.

(Yüce Allah’ın kulu olmayı ve O’nun rızasına kavuşmayı isteyenlerin, Kehf sûresinin 110. âyetinde buyurulduğu gibi sâlih amel (O’nun rızasına uygun iş ve hareket)te bulunması, sonra da O’na tevekkül etmesi, teslimiyet göstermesi lazımdır.)


[1] Arş, kâinattaki bütün cisimleri gökyüzü gibi kuşatan ve mahiyetini bilemediğimiz bir şeydir.

[2] Zebîdî, IX, 7 (izah.)

[3] Göklerin ve yerin yaratılışı için bk. 7/54; 41/9-12.

[4] Âyetteki “ümmet” müddet mânasınadır (Sâbûnî (Safve), II, 8).

[5] “Telâ” fiili, izledi ve okudu anlamlarına gelmektedir. İki ifadeyi de almayı uygun bulduk.

[6] Beydâvî; Fîruzâbâdî, s. 139.

[7] Burada sözü edilen şâhitler, melekler, peygamberler veya insanın uzuvlarıdır (Beydâvî).

[8] Bunlar, İslâm’ı küçük düşürmek için çalışır. “İslâm, insanları geri bırakır; çocukların beyinlerini din ile yıkamayalım, şartlandırmayalım.” derler. Bu da kalplerindeki inançsızlık ve İslâm düşmanlığındandır. [bk. 2/204-205; 3/99; 6/26; 7/45; 14/2-3; 16/88; 47/1]

[9] Elmalılı tefsirinde, âyet-i kerîmede tandırın kaynamasından söz edilmesi nedeniyle, Hz. Nuh’un gemisi hakkında, “Bunun sıradan yelkenli bir gemi değil buharlı bir gemi olduğunu akla getirmektedir.” demektedir. [bk. IV, 537-540]

[10] 2 Üç zevcesi ile evlatları Ham, Sam, Yafes ve onların çocukları; biri de âsî olup boğulan Yam (Kenan)’dır. Bilindiği üzere Yafes Türkler’in atasıdır (Celâleyn).

[11] Bu âyet, gemiye binilirken dua olarak okunur.

[12] Âyet-i kerîmede görülüyor ki evlat bile olsa, yakın akrabalar Allah’a ve O’ndan gelen vahye inanmıyorlarsa artık aileden sayılmaz. Nitekim Bedir gazvesinde birçok sahâbî, İslâm’ın ve müslümanların karşısına dikilen babaları, oğulları ve yakınlarıyla savaşmışlardır.

[13] Sabûnî (Safve), II, 22.

[14] Görüldüğü gibi ileri gelenlerden bir kişinin veya bir grubun Allah’a isyanı ve diğerlerinin onu önlemeye çalışmamasına karşılık azap bütün topluma gelmiştir. [bk. 7/73-79; 8/25; 26/157-158; 27/45-53]

[15] İbni Abbas bu meleklerin Cebrail (as.), Mikail (as.) ve İsrafil (as.) olduğunu rivayet etmiştir.

[16] Hz. İsmail ise, Hz. İshak’tan 13 sene önce hanımı Hacer’den doğmuştu. [bk. 37/100-102]

[17] Onları nikâhlayın. Sâd b. Cübeyr’e göre, Lût’un burada kastettiği kendi öz kızları değil, kavminin kızlarıdır. Onları kendisine nisbet etmesi de her peygamberin kendi kavminin mânevî babası hükmünde olmasındandır. Hz. Lût’un iki kızı vardı. Bu söz onlar için de olabilir (Semerkandî, III, 238). Çünkü âyette hem kızların hem de onlara ait zamirin çoğul gelmesi ile onların Hz. Lût’un iki kızı olmadığı anlaşılmaktadır. (Sabûnî, II, 27)

[18] Müşrikler, yani Allah’ın varlığını inkâr etmeyip de gönüllerini putlar ve putlaştırılanların sevgisiyle dolduranlar namaz kılanlara daima alaylı yaklaşmışlar, hor görmüşler, işkence yapmışlar ve onlara çeşitli isimler vermişlerdir. Halbuki onları put sevgisinden ve puta tapmaktan alıkoyan, onların namazı değil namazın sahibi Allah idi. Allah’a gereği gibi inanmadıkları için Hz. Şuayb’a bu suçlamayı yapmışlardır. Batıl dinliler, peygambere ve Allah’ın dînini yaşamak isteyenlere eziyet, baskı ve işkence yapmışlardır. [bk. 85/4-10]

[19] İster birtakım insanların saygınlığını gözetme, ister Allah’tan ziyade insanlardan korkma/çekinme sebebiyle olsun; Allah’ı ve emirlerini arkaya atan ve değer vermeyenleri Allah’ın bildiği ve er geç cezalarının verileceği bildirilmiştir (Elmalılı, III, 1461). Mekke müşrikleri de Allah’ın varlığını itiraf ettikleri halde putlarını O’ndan önde tutuyorlardı. Allah yerine önde tutulan varlıklar, hatta arzu ve istekler de birer ilâh/put durumundadır. [bk. 4/108; 25/43; 45/23]

[20] Allah’ın azabı geçmiş kavimlere özgü değildir. Allah, kendisini ve dinini yok sayan kavimleri, genel cezalarla cezalandırmaya kâdirdir. Fakat kulun çektiği azap, Allah’ın zulmetmesi değil kendi yaptığının karşılığıdır.

[21] “Hiçbir şeyin gizli kalmayıp aşikâr olduğu” veya “O, görülecek bir gündür.” Ancak müfessirlerin çoğu yukarıdaki mânayı tercih etmişlerdir.

[22] Bu iki âyetteki gökler ve yer, dünyanın sona ermesinden sonra âhiretteki gök ve yerdir. [bk. 14/48]

[23] Âyet-i kerîmede geçtiği üzere zulmeden, hakkı, hukuku gözetmeyen zalimlere, Allah’tan başkasının otoritesine kul olmaya zorlayan tâğûtlara meyletmek, yaptıklarını gözardı edip onları korumak, aklamak ve desteklemek onlara ortaklık olduğundan ceza da aynıdır. [bk. 6/45, 47, 129; 42/42]

[24] Akşam ve yatsı, biten gündüze; sabahın da başlayan gündüze yakın olmasıyla bunlara, gündüze yakın vakitler adıyla akşam, yatsı ve sabah denmiştir. Bazılarına göre de, gündüz üç, gece ise akşam ve yatsı olarak iki vakittir (Mehmed Vehbi, VI, 1441-1442).

[25] Allah’ın insanları ihtilafa müsait halleriyle yaratması, kendisine kulluk etmekle cennetin veya âsî olmakla cehennemin yolunu seçmeleri içindir. [bk. 42/7; 51/56; 76/3]

[26] Taberî, XII, 132.